Sinemanın kalbi ‘Altın Portakal’da DURUYOR!

Dünyada olduğu gibi bizde de sinema sektörü ikiye ayrılmış durumda; festival filmleri ve filmler. Festival filmi denildiğinde aklımıza ilk gelen sıkıcı, kasvetli, ağır işleyen filmlerdir ve tabii ki bu filmler gişe başarısından çok aldıkları ödüllerle konuşulur. Bir yandan da festivallerde ödül alamayan ama çok beğenilen, gişe başarısı olan filmler vardır. Bunların çoğu “çerezlik” olarak tabir edeceğimiz eğlencelik filmlerken içlerinde gerçekten çok güzel mesajlar olan, gerek oyunculuk gerek yönetmenlik olarak döktürmüş filmler de yer alır ancak o filmler genelde ödül almazlar.

Dünyadaki sistemden farklı olarak bizdeki bu “sanat filmlerini” ödüllendiren organizasyon olan Altın Portakal gişe başarısına tahammül edemeyen bir görüşe sahiptir. Beyaz Melek, Vizyontele, Vizyontele Tuuba, Hokkobaz, Güneşi Gördüm gibi hem gişe başarısı elde etmiş hem de sulu komediden ziyade kendi içinde komedisini barındıran hüzünbaz hikayeleri elinin tersiyle itmiş, ödülü gösterip de vermemiş bir festival olmuştu.

Özellikle Organize İşler’in görüntü açısından Türkiye standartlarının üstündeki kalitesi ve tekniğini elinin tersiyle itip gişe hüsranı filmleri ödüllere boğarak çok tepki çekmişti festival. Ülkemize festival filmi-gişe filmi ayrımının gelmesine sebebiyet vermiş ve ortalığı “sanat filmleri” basmıştı. Altın Portakal’ın açılışını yapmasıyla birlikte her sene olduğu gibi bu gişe/festival ayrımı gene gündeme geldi,bana da üstüne bir iki şey karalamak kaldı.

Öncelikle bu anlaşılmaz,sıkıcı ve yorucu “sanat filmleri”nden haz etmediğimi bildirmek isterim. Bir kere filmlerin bir mesajı olması gerektiğini ve bu mesajı seyirciye ulaştırmak zorunda olduğunu düşünenlerdenim ancak bir yandan da “çerezlik” dediğim filmleri de taşlamamak gerektiğini onların da olması gerektiğini savunuyorum o ayrı bir mevzu :)  Ancak bu “sanat filmleri” kesinlikle mesajı seyirciye geçiremiyor, seyirciyi bunaltıyor ve sinemadan soğutuyor.

Dünyada ödül almış filmlere baktığımızda hepsinin gişede de festivallerde de silip süpürdüğünü görüyoruz ve gerçekten hepsi birer klasik ve başyapıt olarak anılma yolunda ilerlemekte (bkz: Titanic, Yeşil Yol, Yüzüklerin Efendisi) ancak Altın Portakal’da ödül alan filmlere baktığınızda gişede çökmüş, gidenlerin büyük bir kısmı tarafından anlaşılmamış,beğenilmemiş filmler. Herşey bir yana bu filmlerin çoğu gerek görüntü kalitesi gerekse oyunculuk olarak vasat seviyede ve ödül verilecek elle tutulur birşey bulunmamakta. Tabii ki içlerinde çok iyi filmler çıktı, bahsettiğim sıkıcı havasına rağmen sadece Altın Portakal’da değil dünyada da bir çok ödül kazandı,onlar ayrı ama yine de bu tarzı etkili bulmuyorum malesef.

Bir kere bir yönetmenin,oyuncunun ve yapımcının sinema izleyicisini boğması,sinemadan soğutması demek kendi bindiği dalı kesmek demektir. İzleyicilerde oluşan “Ödül almışsa gitmeyelim” düşüncesi de bu grubun eseridir. Müzik sektörünü bitiren online dinleme ve indirme hadisesi kısa süre içinde sinema sektörünü de bitirecek zaten, kalan seyirciyi de bunaltmanın bir manası olduğunu düşünmüyorum.

Bir de bu yönetmenlerin,oyuncuların ve yapımcıların filmlerinin anlaşılmaması ile ilgili buyurduğu “Kolay anlaşılacak bir film değil” ya da açık haliyle “Gerzekler anlamaz,biz elit kesime hitap ediyoruz” beyanatları da oldukça gereksiz. Filmine 100 kişi gelmiş 70 kişi birşey anlamadan çıkmış ve “Bu ne ya” demişse bu seyircinin salaklığı değil yapımın malaklığıdır. Mesajını geçirememekle övünen yapımlaraysa hiçbirşey demiyorum zaten. Onları acemi atıcılara benzetiyorum ben, elinde silah, hedefi vuramıyorlar ve vuramadıkları için övünüyorlar.

Şimdi bu yazıdan şunu sakın çıkarmayın; Sanat manat boş işler, eğlenmenize bakın, Recep İvedik serisini yalayın yutun,sinema falan geçin bunları! Hayır, demek istediğim bu değil, demek istediğim sanat filminin sadece sigaranın yakılmasıyla ağızdan duman çıkma süresinin yarım saati bulması demek olmadığı, gayet akıcı, bir yandan eğlenceli ve sıkılmadan yapılan işlerde de hem adam gibi mesaj olabileceği, hem taş gibi görsellik sunabileceği, hem de çatır çatır oyunculuk sergilenebileceği.

Bence dediğimin en güzel kanıtı her zaman Yılmaz Erdoğan yapımlarıdır. Gerek tiyatro oyunlarıyla, gerek sinema filmleriyle gerekse dizileriyle hem eğlendirip hem ağlatabilen bir sinemacı. Yaptığı işlerden birinde bile falso vermeden, ehh işte dedirtmeden yıllardır izlettiriyor kendini,dinlettiriyor sözünü. Çok Güzel Hareketler Bunlar’ın veletleri hocalarının yolundan gidebilecek, BKM aynı tavırda devam edebilecek mi bilmiyorum (Gördüğüm kadarıyla onlarda var bir falso, güldürmeye programlanmışlar) ama Yılmaz Erdoğan’ın yapımlarını dört gözle bekliyorum her zaman (Neşeli Hayat Kasım’da bu arada)

Yılmaz Erdoğan orta yaş kuşağı bir sinemacı tabii ki Cem Yılmaz,Okan Bayülgen ve Beyaz’la aynı kuşaktan olsa da diğerlerinden her zaman “bir tık” önde,bu su götürmez bir gerçek ancak daha eski kuşaklarda bu tavrın daha yaygın olduğunu görüyoruz zaten; Ferhan Şensoy, Levent Kırca gibi ustalar bu tavrın esas sözcüleridir. Ferhan Şensoy tiyatroda, Levent Kırca ise televizyonda komedinin, sosyal mesajları iletmek adına en etkili silah olarak kullanan öncü askerinden. Türkiye yıllardır onlarla ağlanacak hallerine güldü. Tabii ki bu iki usta isim birşeyleri kanıtlamak için ödüle ihtiyaç duymuyor artık ancak yeni kuşak sinemacılarında bu tavrı kullananları göremiyorum ya da herhangi bir şekilde onlar kendilerini gösteremiyorlar.

Komedi unsuru sadece şu sıkıcı havayı dağıtmak için kullanılmasını istediğim ufak bir yöntem. Tarzında “Komedi” geçmemesine, trajik hikayeleri barındıran konuları olmasına rağmen Çağan Irmak da filmlerinde seyirciyi boğmamak adına pek çok yöntem kullanıyor, seyirciyi kendisine ve filmine bağlıyor, mesajını verip ötesine karışmıyor. Olması gereken tavır da budur zaten. Babam ve Oğlum eğer şu “festival yönetmenleri”nden birinin eline düşmüş olsaydı eminim tarihin en sıkıcı ve bayık filmi olacaktı ancak Çağan Irmak o trajik hikayesinin içine Ege insanının komikliklerini, çocukların hayal dünyasını katarak şahane bir film çıkarttı ortaya hem de “reklam çağı”nda, reklam yapmadan.

 

Aslında çok iyi eski ve yeni kuşak oyuncularımız,yönetmenlerimiz ve senaristlerimiz var ancak şu yaratılan ayrım yüzünden ikilemde kalıp yanlış yola sapmaktalar malesef. “Ben festival filmi değil herkesin izleyebileceği bir film çekmek istiyorum” diyen Şahan Gökbakar’ın düştüğü durum gibi. Televizyon malaklıklarıyla en güzel dalga geçen showu yapan adamken herkesin gayet saygı duyduğu bir komedyendi, ustalar tarafından aldığı övgüler bir yanda, gençlerin sevgisi öbür yandayken Recep İvedik’i çektiği anda sonu oldu bu saygının. Oysa ki internette izlenme rekorları kıran, bir bölümlük yaratılan ancak gördüğü ilgiden dolayı seri haline getirilen Recep İvedik karakteri gerçekten çok sevilmişti ama işin içine film girince birden sinema sektöründeki ayrım izleyiciler arasına fışkırdı; festival izleyicisi/gişe izleyicisi… Beğendiniz mi yaptığınızı efenim.

Hayır bir de ödül alan oyunculara bakıyoruz;Eğrelti Gelin’deki Nurgül Yeşilçay dururken İki Genç Kız’daki performansıyla Vildan Atasever, Türev’deki performansıyla Beste Bereket. İki Genç Kız’ı da Türev’i de izledim ancak Eğrelti Gelin’in genel kalitesi ve Nurgül Yeşilçay’ın performansının yanında lafı bile edilmezdi. Kaldı ki Nurgül Yeşilçay yeni dönemin en başarılı kadın oyuncuları arasında gösteriliyor, Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncaları tarafından övgülere boğuluyor ancak iş portakala geldiğinde soyup başucuna koyuyor. Daha sonra Vicdan’la ödüle kavuştu ancak Vicdan filminin de gişede hüsrana uğradığını hatırlatırım şu aşamada.

Tabii bir de Osmanlı Cumhuriyeti‘nin hakkını alamaması var. Herşeyi geçtim en azından Ata Demirel’e ve şahane senaryosuna bir taç takılmalıydı bence. Müziğiyle, senaryosuyla,oyunculuklarıyla herşeyiyle ödülleri silip süpürmesi lazımdı,olmadı…

Bu sene festival başlarken gerek organizasyon şirketinin gerek başkanın değişmesini bir yenilenme olarak yansıtılması içimde umut tohumları yeşertse de ödüller alındıkdan sonra anlayacağız “yenilenmeyi”!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Güçlü Kadın Şarkıları